0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

5. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

"VECA."

Bu gece bir yıldız daha kaydı, hayallerimin asılı olduğu babamın saç tellerinden.

Ne zaman bir hayal görecek olsam, babamın saçlarındaki yenilgileri hatırlatırdım kendime. Hayali var etmek kolaydı, onunla yaşamakta kolaydı ama o hayal başınıza yıkıldığında; o an dünyanın en zor şeyi enkazın altından çıkabilmekti.

Bazı insanların yoklukları, varlıkları kadar yer kaplardı. Yatağımda uzanıp, odamın kirli beyaz tavanına bakıyor, aklımdan koşar gibi hızla geçen düşüncelerin ucunu yakalamaya çalışıyordum. Ama elinde değildir. Ne zamanı ne de düşünceleri tutamazsın.

Tırnaklarım bir şekilde avuç içlerime batıp orada yarım ay şekilleri oluştururken, salondaki adım seslerini kulağımla takip ettim. Annemin adımları hep ürkek, korkak olurdu, şimdi de öyleydi. Bir an sonraysa bir şeyin yere düşüp kırıldığını ve annemin inlediğini duydum.

Odadan nasıl çıktığımı bilemedim.

Annemin yaşamayı ısrarla reddettiği hayatta, kendi canını zerre umursamadığını çok iyi biliyordum. Bu yüzden onun sınırlarına çok yakında durmak ve çok uzakta duruyormuş bir davranma mecburiyetindeydim. Odamı terk ederek salona çıktığımda, annemi mor pijamaları içinde kırdığı vazoyu toplarken buldum. Dizleri üstünde yere çökmüştü, çelimsiz bedeni hakikatli bir zayıflığa sahipti. "Anne, ne yapıyorsun?"

İrkildi, zarif parmakları arasında tuttuğu vazo parçaları eline batacak diye kaşlarımı çatmıştım. Aceleyle diz çöktüğü zeminden doğrulup elindeki parçaları orta sehpanın üstüne bırakırken, dudaklarından çaresiz bir inilti cereyan etti. Hareketlenerek onun yanına gittim ve avucundaki vazo parçalarını aldım. "Kırdıysan toplamam için beni beklemelisin," diye konuştum kuru bir sesle. "Parmaklarını kesip başıma iş çıkarmanı istemiyorum."

Başka bir şey söylemeden boştaki elimle onun saçlarını kulağının arkasına ittirdim. "Bir daha yapmayacaksın tamam mı? Toplamak benim için sorun değil. Hiç değil, yeter ki..." konuşuyordum ama sanki hiçbir şey açıklayamıyordum.  "Yeter ki, ellerine zarar verme."

Parmakları havaya kalktı. Yanlışlıkla kırdım, basmayalım diye toplamak istedim.

Annemin sesini unutmaya başladım, babamın yüzünü unutmaya başladığım gibi...

Onun dirseğini yakaladım ve kanepeye oturttururken, "Dikkat olursak basmayız,” dedim. "Bir şeyler yedin mi anne?"

Omzunu silkti, bu bir şey yemek istemediğinin belirtisiydi. Aslında ona kızamıyordum ama çok iyi kızmış gibi yapıyordum. Yerdeki kırık parçaları toplarken, parmakları gereksiz bir telaşla derdini anlattı. Yemek istemiyorum. Yiyince kusuyorum, yemem bir şeyi değiştirmiyor ki.

Çok sık kusuyordu, çünkü asla isteyerek yemek yemiyordu. Onun biçare kendini anlatmaya konumlanmış parmaklarına bomboş gözlerle bakarken, içime dikilen acıların kafasını en baştan kopardım. İfadesiz tavrımla konuştum. "Ben istiyorum, yiyeceksin. İlaçlarını içmen için mideni doyurman gerektiğini biliyorsun."

Penyemin uçlarını yakaladı, gözlerine kondurduğu huysuz ifade kaşlarımı çatmama sebep olurken, beni geriye itti. Hemen sonra işaret diliyle konuşmaya devam etti. Ben senin annenim. Sen benim değil.

 "Sen, yıllardır annelik yapmıyorsun ki, anneciğim."

Annemin parmakları titredi, sonra aynı parmakları bir arayış içinde boşlukta savruldu ve en nihayetinde kucağına düştü. Annem acı çekmiyor gibi görünüyordu, tepkisizdi. Sessiz bir şekilde devam ettim: "Beni anladığını umuyorum anne."

Tamamen doğrulduğum sırada camın önünden bir gölgenin geçtiğini gördüm ve ben daha ne olduğunu anlamadan sokak kapısı tıklatıldı. Kaşlarımı çatıp başımı mekanik şekilde kapıya çevirdim ve seri adımlarla yürüdüm. Kapıyı açtığımda, gelmesini beklediğim kişiyi gördüm ama yine de şaşırdım. "Duman," diye konuştum sertçe.

Elini kaldırdı. "Selam.”

Üzerinde siyah, kaşmir palto vardı. Saçlarında yağmur taneleri duruyordu, ıslak kirpiklerinin altından bana bakıyordu. Annem Duman’ın geldiğini görünce hafifçe ürktü ve bakışlarını hızla kaçırdı. Kendimi, Duman’a kızarken buldum ve anneme düz bir bakış atarak Duman’ın dirseğinden tuttum. Hafifçe irkilip bana dönse de onu odamın kapısına sürüklememe izin verdi. Annem bana karşı ilgisiz olduğu için neredeyse hiç tanımadığı bir adamı odama çekmeme ses etmedi. Kapıyı sertçe kapatıp arkasında dikildim. “Yine neden geldin? Beni aramak yerine beni görmeni tercih etmen zihnimi kuşkulandırıyor."

Omzunu umursamazca silkti. "Bir şeyler sebepsizdir. Bu da sebepsizdi. Buradayım, konuşmamız gereken meseleler var."

Kurcalamadım. Bu adamla oldukça az vakit geçirip, herhangi bir sağlıksız hissiyatın önüne geçmem gerekiyordu. Etrafını dolanıp karşısına geçtim. "Anlat," diye konuştum aksi bir sesle.

Bu aksiliğime abartıyla göz devirirken, "Bastıbacak," diye homurdandı.

Çıplak ayağımı yere vurdum. "Anlat."

"Acıtma ayağını."

Ona ters ters bakarak, anlatmasını belirttiğimde bakışlarını oturma odasının her yerinde gezdirme eylemine son verdi. Yüz hatları zaten ciddiydi ama ciddi bir konu mesele olduğunda, şakağındaki damarları dahi seçebiliyordum. Kalın dudağını dişleri arasına kıstırdıktan sonra, "Melih Han'ı biraz daha araştırdım," diye konuştu katı bir sesle. "Göründüğü gibi bir adam olmadığını zaten biliyorduk. Güvendiği bir yeğeni ve genç eşi var, eşi ve yeğeni ise..."

“Yatıyorlar?”

Gözleri ufak bir parıltıya ev sahipliği yaparken, "Yatıyorlar," diye onayladı keyifle. "Bu işimizi çok görür."”

Evet, bu kozla yapılabilecek şeyler olabilirdi. Omuzlarımı dikleştirerek gözlerimi yanaklarına asarken, "Neden sana inanayım ki?" diye sordum.

Dudaklarındaki tebessümü temiz bir cinayet gibi örf bas etti. Donuk bir sesle cevap verdi. "Belki seni kandırıyorum, bilemezsin işte. Kurcalama ve sadece sana verdiğim sırları düşün."

Kurcalayacaktım ama onun bilmesine gerek yoktu. Bomboş bakışlarını yüzünde gezdirmeye devam ederken, "Peki şimdi ne yapacağız?" diye sordum heyecanla. "Onunla nasıl karşılaşacağız? Tesadüfi bir karşılaşma olmalıydı, böyle demiştin.”

Kafasını salladı. “Bu adamın bizim şirketle bir şekilde bağlantısı var. Aynı ortama girmek için imkân olacaktır, zaten beni önceden de tanıdığına eminim. Bir şeylerden şüphelenmeyecektir.”

Durakladım, sert bir nefes verirken, "Zaten alıştım iki yüzlü olmaya," diye konuştum sessizce. "Başarabilirim."

Beni onayladı. "Şüphem yok."

Bu açıkçası umurumda değildi. Şüphesi olsa ne olurdu, olmasa ne olurdu ki sanki? Zerre bir şey olmazdı. Tırnaklarımı dudaklarım üstünde gezdirmeye başlarken, düşünceli bir şekilde mırıldandım. "Üniversite okudun mu?"

Bu sorumu beklemiyor olduğunu gördüm ama bakışlarımı kaçırmanın onu şüphelendireceğini bildiğimden gözlerinin içine bakmaya devam ettim. "Okudum," diye yanıtladı nasırlı bir sesle. "Matematikçiyim ben."

Onun sayısalı her daim iyi olmuştu.

Sırıttım. "Öğretmen misin?"

Bana ters ters baktı. "Matematikçiyim."

Bakışlarına aynı terslikle karşılık verirken, "Matematikçi diye bir meslek yok," dedim inatçı bir tavırla.

Bana boş boş baktı.

Dişlerini yanağımı ağrıtacak bir şekilde sıkarken, sert bir sesle konuştum. “İtici, gıcık.”

Gözleri şakaklarımdan başlayarak yüzümü ve sonrasında bedenimi bir araya getiren her noktamı ilgiyle izledi. Üst dudağını ıslatıp, bana bakmaması gereken bir şekilde bakarken, "Beni çok heyecanlandırıyorsun," diye fısıldadı aniden.

Onu heyecanlandırıyor olmak mühim bir şey miydi? Hissetmeyi bıraktığımı söylemiştim değil mi? Bu sebepten bunu hissedemedim. Çapkın bir şekilde gülümserken, "Eğlenceli vakit geçirmek istiyorsun galiba,” dedim sertçe.

Bana dudağının kenarıyla güldü.

Odayı terk ettiğinde, sızlayan parmaklarımı zeminin tabanına biraz daha sertçe bastırdım ve gözlerimi pencereye diktim. Evet, intikam hazzım vardı ve bu uğurda çok şey yapardım. Peki ya, bu adamın dengesiz tavırları ve beni sinirlendiren yanlarıyla ne kadar baş edecektim? Baktım, gözlerimin yansımasına pencere camından baktım. Sonra hatırladım kim olduğumu, neyi kaybedebileceğimi.

Kalbi kaybetmekte vardı.

💔

Günün erken vakti akşamın üstüne devrildiğinde, ben sabah olduğum yerden bir hayli uzak bir mekândaydım. Çisem yanımdaydı, Öğünç arkamızda bir yerlerde, iki kızla keyifli bir muhabbet döndürüyordu.

Kaptan'ın yanındaydık.

Öğünç çapkın bir adamdı ama ısrarla bana âşık olduğunu iddia ediyordu.

Garipti.

Kaptan, tam bir yat kaptanıydı ama bir yatı güverteye misafir etmekten vazgeçmiş, kendine aldığı kafesini işletmeye başlamıştı. Bizim mahallede, merkeze yakın bir sokakta, neredeyse her zaman kahve kokan bir mekândı.

Şekersiz kahvenin dilimin üstüne ve ağzımın büyük kısmına bıraktığı dengeli tatla gözlerimi hafifçe kıstım. En sevdiğim içecek kahveydi, sık sık içerdim. Verdiği hazzı hissederken, dilimle alt dudağıma sıçrayan damlaları yokladım. Çisem, Langırt oynamak için son hazırlıklarına devam ederken, kalçamı masadan ayırdım.

Maviye boyalı kısa, küt saçlarını karıştırırken, "Biraz yana kaysana," diye konuştu sessizce. Anlamayarak ona baktığımda yüzüne beceriksiz bir tebessüm kondurdu ve devam etti: "Öğünç’ün iki kızla flörtleşmesini izlemek istemiyorum da."

Tek kaşımı sorgulayıcı bir şekilde kaldırdım, Öğünç kadınları seviyor ve kadınlar da onu seviyordu ama bu hep Çisem için sıkıntı olmuştu. Dikkatle onu incelerken hafifçe yana kayarak Öğünç'ü görmesine mâni oldum. "Baksana Çisem."

Langırt topunu kaleye düşürmeye çabalarken, "Hımm?" diye sordu.

Tehlikeli olduğuna inandığım bir soru sordum. "Abinin olması nasıl bir his?"

Gerildi, bu verdiği bir açıktı. Başını öne yatırdı, kalabalıkta tanıdık birkaç kız onun adını seslendi ama o bakmadı.  Gözlerini usulca yumarken, "Şey, galiba güzel," diye geveledi ağzının içinde. "Sinir bozucu ama hep sığınacağın birinin olması güzel. Hem... hem biz öz kardeş değiliz ki. Daha çok birbirine kıl olan iki tipiz, pek abim var sayılmaz."

 Simsiyah, uzun saçlarım kazağımın açıkta bıraktığı çıplak omuzlarıma dokunurken, hissizce ona bakmaya devam ettim. "Ama Öğünç seni öz kardeşi gibi koruyup kolluyor, daha yarım saat önce eteğine..."

Öğünç, ağzına kurabiye vermeye çalışan kızın ısrarından kurtulmaya çabalarken, "Etek konusunda ciddiyim," diye konuştu, dolu ağzıyla. "Tamam, anlıyorum katlıyorsun ama on kere katlanır mı?"

Çisem ona dil çıkardı. "Mini etekler hoşuma gidiyor dingil. Sevimli buluyorum."

Öğünç ağzına tıkılan kurabiye yüzünden konuşamazken, Çisem umutsuz bir iç çekişle önüne döndü. Israrlıydım, bu sebepten üstüne gittim. "Bakarsın bir gün Öğünç'e bir şeyler hissederim."

Hevesle çevirdiği langırt çubukları parmakları arasında donarken, dudakları tek bir çizgi halinde gerildi. Başını zerre oynatmadan gözlerini kaldırdı ve renkli gözlerime bakarken konuştu. "Duman Alanguva'ya bir şeyler hissetmekten vazgeçtiğinde, bunu tekrar konuşuruz Mahşer."

Hafifçe eğildim, onunla aynı pozisyona sahip olduğumda, avuçlarımdaki kırmızı kupayı langırt çubukları üstünde dengeledim.  Beni öfkelendirmişti, hislerim hakkında büyük yanılıyordu. "Ağır ol Çisem," diye konuştum, onu incitmekten uzak bir sesle. "Bir çocukluk hatırasıydı ve geçti, gitti. Kalbimin yerini dahi unuttum ben, ne hissinden bahsediyorsun?"

Ellerini langırt çubuklarına çarparken, sıktığı dişleri arasından sessizce tısladı. "O zaman Öğünç'e bir şeyler hissetmekten bahsetme Mahşer."

Onu yakaladım, onun açığını sayesinde yakaladım. Dudaklarıma kirli bir tebessüm yerleşti. Çisem gözlerini kaçırdı, anladığımı anladığında ahlâksız bir küfür etti. Konuşacak oldu ama engelledim. "Mahşer..."

Avucumla, onun saçlarını soğukça ve hissedilir bir mesafeyle okşadım. "Aptal kız, o yanlış bir adam."

Dişlerini sıktı. "Biliyorum.”

Kafamı iki yana salladım. "Kalbini kırar.”

“Aşk bir ürün değildir Mahşer. Mideni bozacak diye onu rafa geri bırakamazsın.”

Kalbini bozacak diye de aşığını bırakamazsın.

Aşık birini görmeyeli uzun zaman oluyordu, en son yıllar önce aynaya baktığımda görmüştüm. Şimdi de Çisem’i görüyordum, aşık birisi olarak. Yüzünün kıvrımlarını dikkatle izledim, aşk insanların yüz ifadelerinde görünür müydü ki? Gözlerinden mesela, okunur muydu?

“Çisem?”

“Hımm?”

“Çok şanslısın.”

Çünkü hissedebiliyorsun.

Tüm bu duyguları, benim aksime.

Onun güldüğün duydum, karşılıksız aşkıyla alay ettiğimi sanıyor olabilirdi ama kendimi açıklama zahmetine girmeyecektim. Hakkımda ne düşünüldüğünü umursamazdım. Kalçamı tekrardan arkamdaki masaya yasladığımda, masada oturan kızların rahatsızlık duyduğunu ama beni tanıdıkları için herhangi bir itirazda bulunmadıklarını fark ettim. Akıllı kızlardı. Başımı hafifçe ön yatırdığım ana yine o şey oldu; kalbim acıyla kıvrandı. Sanki göğsümün kemikleri arasında sıkışmış da yaşam savaşı veriyordu. Nefes kesici bir ağrıydı.

Parmaklarımı kaldırarak göğsümün üstüne bastırdım, sanki tüm acıyı tek seferde sökmek ister gibiydim ama bunu başaramayacağımı da biliyordum. Dudaklarım arasından sert nefesler verirken, yüzümü acıyla buruşturmamak için epey direndim. Hissettiğim bu isimsiz ve cüzzamlı ağrı ile ne yapacağımı bilemezken, Çisem'in fısıltısı ruhu okşar gibi okşadı boyun çukurumu. "Mahşer, yine mi acıyor kalbin?"

Sesim sertti. "Acımıyor."

Elimi hızlı kalbimden uzaklaştırıp, yumuşamaya yüz tutan hatlarıma sert bir maske giydirdim ve bedenimi masadan ayırdım.  "İyiyim Çisem, eve kaçayım ben..." deri ceketime uzandım, kalabalığa göz ucuyla bakarken devam ettim. "Annem sabah iyi değildi. İlgilenmem lazım."

Sarılma eyleminden hiç haz etmediğimi bildiği için buna girişmedi ve kafasını salladı. Salınan mavi saçları pas parlak görünüyordu. Gökyüzü yüzünü ona dönmüş gibiydi. Bana yumuşak, sıcacık bir sevgi ile bakarken, ceketimin fermuarını örttüm ve yanından geçerek oradan uzaklaştım. Arkamdan narin sesi yükseldi. "Anneni benim için öp."

Annemi öpebilseydim senin için de öperdim.

Kafenin kalabalığından sıyrılıp kısa sürede dışarıya çıktım. Deri ceketimin cebine sakladığım kırmızı beremi çıkardım ve aceleci parmaklarımla saçlarımın üstüne yerleştirdim. Ellerimi cebime koyup kaldırıma koşarken, parmaklarımın altındaki telefonum titredi.

İki saniye sürmüştü. Mesajdı.

Durdum. Bu beklenmedik mesaj ile kaşlarımı telefonu cebimden çıkardım ve karanlıkta kalan gözlerimi aydınlık ekrana diktim. Kalbimden nefret ediyordum, çünkü alışkanlıkları vardı.

Gönderen: Duman Alanguva.

Seni bekliyorum, mekânda. Gel ve daha mükemmel nasıl olunur izle.

22.33

Mesajı pür dikkatle okuduktan sonra düşüncelerimi tarttım. Emrivakilerden hoşlanmazdım ama onunla konuşmam gereken şeyler de vardı. Evet, gidip ona bana emrivaki yapmasının hesabını da sorabilirdim. Attığı mesajdaki adresi biliyordum, buraya yakın bir mevkideydi ve kısa süre içinde gidebilirdim.

Gittim.

Kaldırımdan indiğimde yaptığım ilk şey bir taksiye binmek ve adresi vermek olmuştu. Taksinin arka koltuğunda kadın taksici ile yol alırken, düşünmeden edememiştim. Gökyüzündeki yoğun karanlık gökyüzünün kaç kat altından geliyordu acaba, hep merak etmişimdir. Evrenin bu kadar sistemli çalışması düşündürücüydü.

Kaç dakikada o mekâna geldiğimi bilemedim. Taksi beni mekânın önünde indirdiğinde, borcumu hanımefendiye uzatarak arabadan indim. Mekânın önü bu geç saatte elbet kalabalık ve insanlarla dolu olacaktı. Kimliğim ve yaşım mekâna girmem için yeterli olduğunda, güvenlikten kolaylıkla geçmiş ve mekânın merdivenlerinde yürümeye başlamıştım.

Kalabalığa katiyen değmeden gümüş korkuluklara sahip merdivenleri ustalıkla çıktım, mekânı inleten müzik insanları günaha davet ediyordu ve hiç kimse bu daveti reddetmiyordu. Aşinası olduğum parfüm kokuları direkt burnuma çarpmıştı ama bunun yanında ağır içki ve nem kokusunu soluyabiliyordum. Kalabalık, dans ve müzik...

Beremi saçlarımdan indirdim ve saçlarımı sırtımdan aşağıya yatırıp hızlı adımlarla kalabalığa karıştım. Renkli irislerim büyük bir uğraşla o ihtişamı ararken, saniyeler geçmemişti ki onu gördüm.

Bana bakıyordu.

Mekânın uç noktasında, sahnenin hemen yanındaki locaya kurulmuştu ve şu an ihtişamlı olduğunu düşünmem hiç de anormal değildi. Sabah üzerinde olan paltosunu çıkarmıştı, simsiyah bir gömleği vardı. Üstelik birkaç düğmesi açıktı, üzerine düşen ışık açısından görebiliyordum. Bacaklarını yaymış, dirseklerini dizine yaslamış ve kadehini elinde dengelemiş, rahat bir pozisyonda oturuyordu.

Bakışlarım yanında oturan adama kaydı, tanımadığım bir adamdı ve ters ters Duman'ın elinde dengelediği kadehe bakıyordu. İnsanlar arasından sıyrıldım, onların yanına iliştim. Mesafe örtüldüğünde, yanındaki adam başını geriye yatırarak beni kadrajına aldı ve tek kaşını kaldırarak bana baktı. "Şuna, elinden kadehi bırakmasını söyler misin?"

Başımı sol omzuma düşürüp, keskin bakışlarımı Duman'ın yüzüne isabetlediğimde, o da sanki bu bir mecburiyetiymiş gibi bana çevirdi bakışlarını. Cansız ve sönük ışıklar yüzünün sol kısmını aydınlatırken, sağ kısmındaki karanlık dikkatimi çekmişti. Dudakları ıslaktı. "Otursana Gül Diken'i," diye konuştu karanlık bir sesle. "Çok çabuk geldin?"

O oturmamı istediği için değil, bacaklarım yorulduğu için iki genç adamın karşısındaki tekli loca koltuğuna çöktüm. Deri ceketimi bedenimden sıyırıp alelade bir boşluğa fırlattıktan sonra kollarımı göğsümün üzerinde bağladım. Gözleri, adresini hiç karıştırmıyor, hep gözlerime bakıyordu. "Yakınlardaydım," diye konuştum sert bir sesle. "Seni alakadar eden bu değil. Ne mükemmeliyetinden bahsediyorsun?"

Yamuk bir şekilde güldü, ne soğuktu ne sıcak. Baştan aşağı beni süzdü, kazağımın çıplak bıraktığı tenime haddinden fazla uzun baktığında dişlerimi sıktım. "Duman..."

Bir anda hareketlendi, masada üzerime doğru eğildi ve aramıza bir solukluk bir mesafe ekti. Şeytana da meleğe de, cennete de cehenneme de ilk kez bu kadar yakındım. Yüzlerimizin bir kısmı aydınlıkta kalıyordu ve kehribar irisleri olmasını istemediğim şekilde beni bertaraf etmişti. "Şşşt," diye fısıldadı, nefesi bir uçurtma misali çakıldı dudaklarıma. "Çok asabisin.”

Kollarımı sıktım. "Başka türlü davranmayı unuttum.”

Yabancı adam, elini onun elindeki kadehe uzatırken sertçe bağırdı ve konuşmamızı kesmiş oldu. "Şu kadehi ver Allah'ın belası herif. İçme."

Duman o adamı umursamadı, hatta kadehi iki dudağı arasına yaslayıp uzun bir yudum çekti. Gözlerinin akına kan toplamıştı, iyi görünmüyordu. "Karışma işime!"

Arkadaşı olduğunu anladığım adamın yüzü gergindi. Bizim yaşlarımızda, yumuşak yüz hatlarına ve koyu kahverengi gözlere sahipti. Elmacık kemikleri olduğundan daha dikkat çekiciydi. Eliyle saçlarını karıştırırken iri gözlerinin odağına beni aldı ve nazikçe konuştu. "Henüz tanışmadık ama bana güvenebilirsin. Her neyse, şu herifin elindeki kadehi alsana. Hem de hemen."

Anlamayarak ona baktım. "Sen istedin diye neden bunu yapıyorum ki?"

Duman Alavguva ihtişamlı bir tebessüm bahşetti ve arkadaşına dirsek attı. “Çok havalı değil mi?”

Adam ikimize de hastalıklı gibi baktıktan sonra sakin kalabilmek adına üst üste yutkundu. Bir yandan gözlerindeki korkuyu ciddiye almam gerektiğini hissettim. Duman, kadehinden uzun bir yudum daha alırken bir kez daha tekrar etti. "Mahşer, hadi Duman'ın elindeki kadehi al." Endişeyle ona baktı. "Ben başaramadım, sen başar."

Konunun baya ciddi olduğunu fark ettiğimde, yutkundum ve ruhsuzca kafamı sallayarak onu onayladığımı belirttim. Parmaklarımı, kemikli parmaklarının arasında tuttuğu kadehe uzattığımda, işte o zaman ten tene bir daha geldik. Yutkunup kadehi çektim. “Senin bardağından içesim geldi...”

Gözlerini kırpıştırıp ıslak alt dudağını dişlerken, "Gerçekten mi?" Diye sordu, siyah buseler vaat eden bir sesle.

"Gerçekten."

Ve kadehini bıraktı.

Elleri ne kirli ne nasırlıydı ama sanki utanacağı bir şeyi varmış gibi kapattı ellerini hemen ve sonra aniden oturduğu yerden fırladı. Onun kalktığı koltuğa hissizce bakarken, adım seslerinden uzaklaştığını anlamıştım. Kadeh elimde kalmıştı, düşüncelerimde trafik kazası yaşıyor gibi beynimde arka arkaya gelmişti. Mekânda hareketli bir parça çalarken, insanlardan bir anda yükselen sevinç ve haz dolu çığlıkları işitmem ile başımı omzumun üstünden arkama çevirmem aynı anda oldu.

Duman Alanguva sahnedeydi.

Bateri çalacaktı.

Kaşlarımın tek hiza yükselmesi dışında tek hareketliliğin uğrayamadığı yüzüm ve bomboş gözlerim ile onu izledim. Sahnedeki bateristin yardımını reddetti, ellerini sallarken, koltuğa çöktü ve kemikli, uzun parmaklarıyla bızbızları yakaladı. Neredeyse aynı anda bateriye vurmaya başladı.

İnsanlar keyifle onu izlerken, kirpiklerimi indirerek bakış açımı küçülttüm. Gömleğinin kollarını dirseklerine kadar sıyırıp parlak tenini bir gökyüzü gibi sergilemişti. Bızbızları bateriye hırsla çarptığı her an kollarının gerildiğini hissediyordum. Dolgun, koyu saçları hızından dolayı yüzüne düşüyor, bazen iki yana savruluyordu.

Çok hızlıydı. Göz kapaklarını kehribarlarının üstüne çarşaf gibi örtmüştü ve kirpiklerinin göz çukurunda bıraktığı dev göğeler sahne ışığının altından rahatlıkla seçilebiliyordu. İnsanlar onun çalmasından hoşlanmış gibilerdi.  Vurduğu her an yüzü geriliyor, kaşlarını çok daha derinden çatılıyor ve göğüs kafesi muazzam bir hızla yükseliyordu.

Karşımdaki yabancı adam sessiz bir küfür savurduğunda başımı hafifçe ona çevirdim ve anlamayarak sordum. "Neler oluyor bu adama?"

Gergin bir şekilde ensesini ovdu, Duman'ın bıraktığı kadehe bir ucubeye bakar gibi bakarken, "Kalbine zarar veriyor," diye konuştu sertçe. "Onun kalbinin hızlı atmaması ve yorulmaması gerekiyor."

Neyden bahsettiğini henüz anlamamıştım ama anlayabileceğim şeylerden pek haz etmeyeceğimi hissetmiştim. "Biraz daha açık ol," dedim.

Gözlerini kaldırarak ilgiyle bana bakarken, bakışlarındaki ıstırabın tanımının iki dudağının arasından dökülmesini bekledim. "Bilmiyorsun," diye konuştu kafasını iki yana sallayarak. "Aslında bu Duman'ın sakladığı bir şey değil ama yeni tanıştığınız için fırsatı olmamıştır."

Bu adamın ona ne kadar yakın olduğu ve kumpasımızla ilgili neler bildiğini merak ettim ama bunu bir sonraki soruma bıraktım. Usulca yutkundum ve yüzlerimize çarpan renkli ışıkları hissederken konuştum. "Öyle. Hadi, söylesene."

Söyledi.

"Duman'ın kalbi var."

Dudaklarım sevimsiz bir tebessümle iki yana kıvrıldı. "Herkesin kalbi var."

"Herkesin kalbinde bir ağrı yok."

Kalbi mi ağrıyordu?

Karşımdaki adam gözlerindeki ıstırabın tanımını yapmaya devam etti. "Duman Alanguva'nın kalbi delik."

Kalbim delindi.

Bir tek ben bildim.

BÖLÜM SONU.